Aziz Nesin: Türk edebiyatının mizah virtüözü. Siyasi hiciv, toplumsal eleştiri ve insani trajediyi harmanlayarak bir dönemin aynası oldu.
Güldürmenin, Düşündürmenin ve Güldürürken Düşündürmenin Saçları Dağınık ve Demli Çay Seven Virtüözü
Bir kendisi
var her şeyi bilen, başka bilen yok sanıyor. Herkes kendini bir bok sanır. Ama
bu herif kendini iki bok sanıyor. Aziz Nesin
Nesin evrenine girişi, basit bir
edebi tecrübeden daha çok, toplumsal bir aynanın içinden geçerek kendi
vicdanımızla yüzleşme eylemi olarak tanımlayabiliriz. Nesin, kelimeleri bir mühimmat
hassasiyetiyle kullandığı hiciv silahıyla, sadece gülmenin değil, aynı zamanda
o kahkahanın içine gizlenmiş acının ve absürtlüğün de mimarıdır. Bu anlamda
onun mizahı, bir Yakın Çağ karnaval maskesine benzer; parlak, çarpıcı ve
eğlendirici olanın ardında, derin bir trajedi ve sistemli bir eleştiri
gizlidir. Toplumunun çürümüş kurumlarını (Bkz. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz),
ikiyüzlü ahlak anlayışını ve otoriteyi kutsayan zihniyetini (Bkz. Zübük) , bu
maskenin ardından öyle bir tiye alır ki, okur, bir an için kendini gülmeye
bıraktıktan sonra, kendini aslında kendi dünyasına dair rahatsız edici bir sorgulamanın
eşiğinde buluverir. Bu, Nesin’in kaleminin bir 'gülmece silahı' olmasının en
temel karşılığıdır.
Fakat Aziz Nesin'i sadece bir
taşlama yazarı olarak konumlandırmanın, onun entelektüel portresine yapılacak
büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Çünkü onun eserleri, aynı zamanda
kusurlu, zayıf, açgözlü, fakat aynı ölçüde umut dolu ve dönüşme potansiyeli
taşıyan insana dair çok katmanlı bir 'vicdan aynası'dır. Bu ayna, toplumu
olduğu gibi yansıtmakla kalmayıp aynı zamanda onun olması gereken ideal formuna
dair bir arzuyu, bir özlemi de içermektedir. Nesin'in metinlerinde gezinen
karakterler, çoğu zaman bu ikilemin içinde sıkışıp kalmış portrelerdir;
sistemin çarkları arasında öğütülürler ancak yine de insani olan her şeye
sımsıkı tutunurlar. Nesin, bu tutunma halini, hiçbir zaman katı bir ahlakçılığa
düşmeden, trajikomik bir şefkatle resmeder.
Dolayısıyla onun hikâyesi,
yalnızca edebi anlamda bir yazarın değil, aynı zamanda sınır tanımayan bir
düşünürün, amansız bir eylemcinin ve sonunda insanın ve onun potansiyelinin
sarsılmaz bir savunucusunun hikâyesidir. Kimliklerin, kültürlerin ve
aidiyetlerin çok katmanlı labirentinde, hiçbir kalıba sığdırılamayacak bir ses
olarak, daima insan olmanın evrenselliğine işaret etmiştir. Onun için mesele,
belirli bir milliyetin, sınıfın ya da ideolojinin savunuculuğunu yapmak değil;
aksine, tüm bu yapay sınırların ötesinde, insanın ta kendisini anlamak ve
anlatmaktır. Nesin'in mirası, bize, edebiyatın sonuçta bir oyun ve eğlence
aracı olmanın çok ötesinde, kolektif bilincimizi şekillendiren, onu hem
hicveden hem de değiştirip dönüştürmeye çalışan güçlü bir araç olduğunu
hatırlatır. Şüphesiz ki bu miras, her okurun zihninde, kendi çağının ve
toplumunun eleştirel bir okumasını yapma sorumluluğunu da beraberinde taşıyor.
Heybeliada'dan Dünyaya Bir Yol Açıldı Mehmet Nusret için
Hayatın kurduğu tuzakların en
verimlileri, en beklenmedik olanlarıdır. Tarihin devasa çarklarının, insanın
önemsiz görünen talihini nasıl biçimlendirdiğini görmek, her zaman büyük bir entelektüel
haz kaynağı olagelmiştir. İşte bu minör ve dahi sıra dışı sayılabilecek bir
hayat hikâyesi, aslında bir dönemin ruhunu anlamak için bir anahtar işlevi
görebilir. Mehmet Nusret, nam-ı diğer Aziz Nesin’in hikâyesi de tam olarak
budur.
Heybeliada, İstanbul'un
gürültüsünden azade, denizin ortasında yemyeşil bir izbe, bir tür gönüllü
sürgün mekânıdır. İşte Birinci Savaş’ın ikinci yılı, yani imparatorluğun sonunu
getiren o büyük ve korkunç trajedinin tam ortası, böyle bir yerde, Mehmet
Nusret’in dünyaya gelişine sahne olur. Babası Abdülaziz Efendi, toprakla ilgilenip
ondan ürün devşiren bir bahçıvan ve iaşe memuruydu; annesi Hanife Hanım ise kapalı,
içe dönük ev dünyasının sakin bir sakiniydi. Geleneksel ile modern arasında
sıkışmış, bu ikilemin yarattığı bütün gerilimleri üzerinde taşıyan bir toplumun
tam göbeğinde filizlenecek olan bir mizah virtüözünün ilk çocukluk izlenimleri,
bu iki kutup arasında gidip gelmiş olmalı.
Henüz sekiz yaşında hafız olması,
onun zihinsel disiplin kapasitesinin ve metinlerle kurduğu erken ve organik
ilişkinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Bu erken başlangıç, sonradan adeta
içine düşeceği kurumsal yapılar için bir tür hazırlık evresi sayılabilirdi.
Darüşşafaka, bir çeşit seçilmişler okulu, yetim ve öksüzlerin devlet eliyle
modernleştirildiği bir laboratuvardı. Ardından gelen Kuleli Askeri Lisesi ise,
disiplin, itaat ve hiyerarşi üzerine kurulu bir dünyanın katı protokolünü
öğreten bir müessese, bir kullanım kılavuzuydu. Bu iki kurum, genç Nusret’in
karakterini şekillendirdi: bir yanda sorgulayan, eleştiren bir zeka, diğer
yanda bu zekayı belirli bir düzene sokmaya çalışan bir disiplin anlayışının
inşasından oluşuyordu bu şekillenme süreci.
Türk Silahlı Kuvvetleri, onun
için bir son değil, aksine, paradoksal bir biçimde, asıl başlangıçtı. Ancak bu
başlangıç, bir giriş töreniyle değil, bir çıkış, daha doğrusu bir ihraç
belgesiyle oldu. Ordudan atılışı, edebiyat dünyamıza kazandırdığı paha biçilmez
bir şans olarak tarihe geçti. Peki, bu ihraç nasıl gerçekleşti? Duruma en yalın
haliyle baktığımızda, son derece basit ve hatta komik bir nedene dayanıyordu:
İnsani bir davranış.
Dünya Savaşı’nın en karanlık, en
yoğun, her anının bir kriz olarak yaşandığı yıllarda, askeri makina her türlü
insani zaafı bertaraf etmek üzere katı kurallarla donatılmıştı. Bu kurallardan
biri de, erlere izin verilmemesiydi. Ancak burada, kuralların soğuk ve mekanik
işleyişi ile insani olanın sıcaklığı çarpışır. Çocuğu olan bir ere, muhtemelen
içinde filizlenen o insani duyguya, belki de bir anlık zaafa yenik düşerek izin
verir. Bu eylem, askeri bürokrasinin diline çevrildiğinde, “görevini kötüye
kullanmak” suçuna dönüşür. Ve bu suçun cezası, o korkunç savaş yıllarında,
dünyanın kendi kendini yediği bir hengâmede, tam olarak 4 ay 10 gün hapistir.
Buradaki trajikomik durumu analiz
etmek gerekirse: Devasa bir dünya savaşının ortasında, bir subayın küçük bir
insani jesti, askeri yönetmeliğin gözünde, düşmanla işbirliği kadar tehlikeli
bir suç olarak kodlanıyor. Bu, kendi katı mantığı içinde işleyen her bürokratik
sistemin kaçınılmaz bir sonucudur: İnsanı, kuralın bir nesnesi, bir istatistik
verisi olarak görmek bu sonucu yaratır. Yaratıcı zeka ise, bu tür absürt
durumların çelişkileri üzerine kuruludur. Silahlı kuvvetlerin sistemi onu
dışarı atarak, aslında kendi içindeki en büyük eleştirmenini, mizahın keskin
dilini besleyecek olan ham maddeyi kendi eliyle edebiyat dünyasına armağan
etmiştir. O dört ay on günlük hapis, hiç şüphe yok ki Türk mizahının ve
toplumsal eleştirisinin önünü açan bir bedel olarak tarihe, kuralların değil,
insanın lehine yazılmıştır.
Ali Nesin – Aziz Nesin Mektuplaşmaları Üzerine: Mektuplarla Bireysel Gelişimin Tornası
Mektuplar, modern zamanların
kaybolmaya yüz tutmuş bir sanatsal iletişim aracıdır. Aceleci, kısaltılmış,
yüzeysel iletişim çağında, mektup yazmak bir meditasyon, bir kendini ifade etme
ve karşıdakini gerçekten anlama çabasıdır. Aziz Nesin’in oğlu Ali’ye yazdığı
mektuplar, tam da bu düşünceyle kaleme alınmıştır. Ali Nesin, Türkiye’de yatılı
okurken veya yurtdışında matematik eğitimi alırken, aralarındaki mesafe
fiziksel olsa da, zihinsel ve duygusal yakınlıkları her bir satırda kendini
hissettirir. Bu mektuplar, basit birer haberleşme aracı değil; bir babanın
oğluna hayatı öğretme, onu “tornadan geçirerek” olgunlaştırma çabasının yazılı
belgeleridir.
Aziz Nesin, bu mektuplarda sadece
sevecen bir baba değil; aynı zamanda bir filozof, bir rehber, bir öğretmendir.
Onun sesi, sayfalar arasında yankılandıkça, sadece Ali Nesin’e ya da okuyucuya
değil, adeta doğrudan insanlığa hitap eder gibidir. Bir mektubunda şöyle
yazıyor Aziz Nesin:
“Sevgili oğlum, yaşamda iki şey
çok önemlidir: Biri iş seçmek, biri de eş seçmek. Biz çok zaman bu ikisini
seçmede yanılırız. Üstelik bu yanılmalar da sonradan ne yapılsa düzeltilemez.”
Seçimler, insanın kimliğini,
mutluluğunu ve geleceğini belirler evet. Yanılmanın telafisiz olabileceği
uyarısı ise, bir çağrıdır: dikkat, özen, bilinçli bir seçim yapmak
gerekliliğine dair bir çağrıdır bu. Aziz Nesin’in satırlarındaki çağrı, mektupların
bütününe yayılan bir temadır. Aziz Nesin, mektuplarında, oğluna hayatı sorgulamayı,
eleştirmeyi, anlamlandırmayı öğretir. Ali’ye hazır cevaplar sunmaz; tersine,
doğru soruları sormasını sağlayacak bir zihinsel altyapı inşa etmesine destek
olur.
Mektupların bir diğer boyutu ise,
sanat, toplum, siyaset ve insanlık durumu üzerine derin düşüncelerle doludur.
Aziz Nesin, yalnızca kendi oğluna değil, aslında bir sonraki nesle seslenir. Aslında
Onun düşünceleri, kişisel olandan evrensele uzanmaktadır. Ali Nesin’in
matematik eğitiminin, bu mektuplarla babasının edebi ve felsefi birikimiyle
harmanlandığı da birçok mektupta da görülebilmektedir. Bu yazışmaları, nesiller
arası bir diyalog olduğu kadar, disiplinler arası bir köprü olarak da
düşünebiliriz. Sanat ile bilim, duygu ile akıl, birey ile toplum arasındaki
sınırlar, bu mektuplarda adeta yıkılır gider.
Torna, ham bir malzemeyi
işleyerek ona şekil veren bir alettir. Aziz Nesin de mektupları aracılığıyla
oğlunun zihnini ve ruhunu işliyor. Ona sadece ne yapması gerektiğini söylemiyor;
nasıl düşüneceğini, nasıl hissedeceğini, nasıl bir insan olacağı hakkında sesli
düşünüyor adeta. Bu mektuplar, Ali Nesin’i duyarlı, düşünceli ve insanlığa
değer katan bir birey haline getirme sürecinin ta kendisidir.
Canım Oğlum Canım Babacığım,
edebi değeri yüksek bir mektup koleksiyonundan fazlasıdır. Bu kitap, bir
babanın oğluna mirasıdır. Hayatın anlamı, doğru seçimlerin önemi, sanatın ve
bilimin insanı nasıl zenginleştirdiği üzerine yazılmış bir denemeler bütünüdür.
Aziz Nesin’in sesi, sayfaların arasından okura ulaşırken, yalnızca Ali Nesin’e
değil, hepimize hitap eder:
Yaygın görüş odur ki; hayat,
seçimlerimizle şekillenir. Ve bu seçimler, ancak bilinçle, sevgiyle ve derin
bir düşünme süreciyle anlam kazanır.
Bu mektuplar, işte o bilinci
aşılamak ister gibidir. Bugünün dijital, hızlı ve geçici dünyasında,
mektupların sessiz ve kalıcı dili, insanı yavaşlamaya ve derinlemesine
düşünmeye davet eder. Belki de tam da bu yüzden, bu kitap yalnızca bir
baba-oğul hikâyesi değil; hepimizin içinde aradığı o insani ve felsefi
yolculuğun bir yansımasıdır.
Böyle Gelmiş Böyle Gitmez Üzerine
"bir
hayat hikâyesi yazmak, bir hayatı yaşamak kadar zordur" Oğuz Atay
Edebi bir metni, hele ki bu bir
otobiyografik anlatı ise, sadece yaşanmışlıkların kronolojik sıralanışı olarak
okumak, onu anlamak değil, yalnızca yüzeyinde gezinmektir bence. Aziz Nesin,
“Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” i, tam da bu noktada, kendisini ciddiye alınması
gereken çok katmanlı bir yapıt olarak sunmuş. Bu üçleme –ve aslında çok daha
fazlası olması tasarlanmış, ancak maddi kaygılar nedeniyle başka yazım
projelerinin ve sağlığın izin vermediği daha geniş bir projenin parçalarından
oluşan bir tasarıydı– sadece bir adamın hayat hikâyesi değildir. Bu üçleme aynı
zamanda yeni bir ulusun travmatik doğuşunun, o ulusun sırtına yüklenen
umutların ve o umutların içinden filizlenen bireysel trajedilerin mikron
büyüklüğünde bir kaydıdır.
Nesin’in bu anlatısının en
çarpıcı yanı, anlatmaya çalıştığı hikâyeye fon olan Cumhuriyet'in ilk
yıllarındaki İstanbul'un, din ve devrimlerin toplumsal dokuda yarattığı
dalgalanmaların, son derece değerli, doğrudan ve edebi bir titizlikle
aktarılmasıdır. Yazar, akla gelmeyecek kadar kuvvetli bir hafıza ve son derece
temiz, akıcı bir dille, çocukluk ve gençlik yıllarının tüm ayrıntılarını
sunarken, okura bir tarih kitabında bulunması mümkün olmayan bir perspektif
kazandırıyor. Saray erkânının veya cumhuriyet elitlerinin (!) değil, sokaktaki,
evindeki, yoksullukla boğuşan sıradan insanın, halkın gözünden bir dönem perspektifini
çizer usta. Bu, resmi tarih anlatısının aksine, alttan alta işleyen, gündelik
hayatın acımasız gerçekliğiyle harmanlanmış bir gayri resmî tarih anlatısıdır.
Bu anlatının merkezinde, yazarın
kendi bedeninde ve ailesinde kendini gösteren berrak yoksunluklar var.
Annesinin diktiği haki renkli bez çantanın soğuk bir kış günü, üşüyen, uyuşan
elleriyle yitirilişi, yalnızca dokunaklı bir çocukluk anısı değil, aynı zamanda
yoksulluğun nesnel bir simgesidir. Nesin, bu basit nesnenin kaybı etrafında
örülen iki farklı anlatıyı –birincisi kendi gerçeği, ikincisi babasının o
gerçeği süsleyerek, dönüştürerek yarattığı mitosu– aktarırken, yoksulluk
karşısında insan ruhunun nasıl bir savunma mekanizması geliştirdiğini de gözler
önüne serer: “Hiçbir zaman: baba öyle değildi diyemedim. O, gülerek anlatırdı,
ben de gülerek dinlerdim.” Bu satırlar, bir itirafın, bir uzlaşmanın ve sonuçta
bir yüzleşmenin ifadesidir. Usta, yıllar sonra şu tespiti yapacaktır:
“Çoğunluğun yoksul olduğu ülkede, yoksulluğun değil, varsıllığın daha utanılası
olduğunu yazarlığa başlayınca anladım.” Bunu, şüphesiz ki onun sınıfsal
bilincinin ve mizahının altındaki trajik zemine işaret eden temel bir kavrayış
olarak yorumlayabiliriz.
Ancak bana göre bu otobiyografik
projenin merkezinde, belki de en derin yarasını örnekleyen başka bir sekans
daha vardır. Henüz üç yaşındaki kız kardeşinin raşitizmden mustarip oluşu ve
dönemin çaresizlik ortamında, annesine akşam ezanı vakti çocuğu mezarlığa
götürüp bir taşın dibine bırakması, hiç arkaya bakmadan dönmesi şeklindeki
hurafe dolu “tedavi” yöntemi, okurun tüylerini ürpertecek bir saflık ve vahşet
karışımıdır. Küçük Aziz’in, evin taşlığından babasının kucağında çıkan küçük
tabutu bir oyun zannetmesi, mizah ile trajediyi bir arada barındıran en saf, en
acılı andır. O an, geleceğin mizah yazarının ilk içten ağlamasıdır:
“Hala gülmektedir ama o.. ta ki
annesinin ona ‘kardeşin öldü, gülünmez’ dediği zaman gözleri dolar ustanın..”
İşte bu arka plan, bence Nesin’in
eserlerinin temel dinamiğini oluşturan “halk” kavramına nasıl karmaşık,
çelişkili ve borçlu bir bakış geliştirdiğini anlamak için hayati önem taşıyor.
Otobiyografisinde, lise yıllarında ulaştığı şu iç görü, onun entelektüel ve
ahlaki dünyasının temel taşıdır: “Lise son sınıfına doğru, bizi yedirip
içirenin, giydirip besleyenin, okutup eğitenin devlet değil, halk olduğunu
anlamıştım. … Ben işte böyle bir halka elbet borçluydum ve böylesine borçlu
olduğum halka ne versem ve ne denli versem borcumu ödemiş olamazdım.” Bu borç
duygusu, onun yazarlık amacının ve halka hizmet etme dürtüsünün kaynağından
başka bir şey değildir. Ve bu dürtü nedeniyle Böyle Gelmiş Böyle Gitmez ’in
ciltleri de tamamlanamamıştır.
Fakat aynı Nesin, yıllar içinde
bu sevginin biçim değiştirdiğini, “halkımızın yüzde atmışı aptal ve enayi
diyecek bir yere vardığını” açıkça itiraf eder. Bunun, bir ihanet ya da
sevgisizlik değil, tam aksine, derin bir bağlılığın ve ödevin getirdiği
acımasız bir hayal kırıklığının, gözleminin sonucu olduğunu düşünüyorum. Onu
eleştirenlerin anlamakta zorlandığı ince ayrım da budur: Nesin’in eleştirisi,
yabancı birinin küçümsemesi değil, aile içi bir hesaplaşmanın, borcunu
ödeyememiş bir evladın içerden, yakıcı ve samimi serzenişinin düşünsel
karşılığıdır.
“Böyle Gelmiş Böyle Gitmez”, Aziz
Nesin’i bir mizah yazarından öte, kendi deyişiyle, esin perileri, kira
isteyenler, alacaklılar, bir türlü tükenmeyen gereksinimleri olan bir sanatçı
olarak anlamak için bir giriş kapısıdır. Çünkü bu üçleme, onun neden
yazdığının, o altı delik ayakkabının soğuğunu üzerinden hiç atamayan adamın
içindeki yaratma ateşinin kodlarını barındırıyor. Eser, planlandığı gibi
tamamlanamamış olsa da, “Yol”, “Yokuşun Başı” ve “Yokuş Yukarı” isimli
ciltleriyle, bir dönemin ruhunu ve o dönemin içinde şekillenen kural dışı ve
direngen bir zihnin portresini çizmekte son derece net ifadelere sahip. Üçlemeyi
okuma fırsatı bulursanız -ki bence bu fırsatı yaratmalısınız- bu üçlemenin sayfalarında, yalnızca bir
yetişkinliğe yokuş yukarı tırmanan bir insanın değil, bir ülkenin çocukluk
travmalarının izlerini sürebilirsiniz.
Sözün Sonu; Gülmek ve Düşünmek Üzerine
Bir metnin sonu, bazen onun
gerçek başlangıcıdır. Okur, sona erdiğini düşündüğü yerde, aslında metnin
kendisine fısıldadığı sayısız anlam girdabının tam ortasında kendini bulur.
Aziz Nesin'in kalıtı da böyle bir son-başlangıçtır; okuru, gülme eyleminin sığ
bir tepkiden ziyade, karmaşık bir entelektüel direniş biçimi olduğu o derin, karmakarışık
düşüncenin içine davet eder.
Onun mizahı, sabırlı ve bir o
kadar da şüpheci bir zihnin ürünüdür. Kelimeleri, gündelik olanın kabuğunu
kırarak altındaki evrensel çelişkiyi teşhir eder. Bu mizah, güldürürken asla
rahatlatmaz; aksine, okuyucuyu bir anlık tebessümün ardına saklanmış olan
utancın, öfkenin ve sorgulamanın soğuk sularına iter. Bu, bir tür yazınsal
devrimdir: gündelik hayatın kodları çözülür, anlamlar ters yüz edilir ve
iktidarın kutsalları, alaycı bir ayinin nesnelerine dönüşür.
Bu nedenle, onun eserleri
yalnızca edebi metinler değil, aynı zamanda birer kültürel arkeoloji
çalışmasıdır. Toplumun katmanları, bürokrasinin saçma ritüelleri, siyasetin
ikiyüzlü retoriği, bir arkeolog titizliğiyle kazınır ve ortaya çıkarılan her
buluntu, çağının bir tanığı olarak kayıt altına alınır. Bu tanıklık, naif bir
iyimserlikten uzak, trajikomik bir bilgeliktir. Tıpkı kuvvetlilerin
başarısızlıklarından dahi kuvvet alabildiğini anlattığı o unutulmaz sözünde
olduğu gibi... Nesin de toplumun başarısızlıklarından, çürümüşlüklerinden ve
çelişkilerinden bir direnç ve ilham hammaddesi üretmeyi bilmiştir.
Serkan Sonakın
Kaynakça
2. Aziz Nesin, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez II – Yokuşun Başı, 1976, Tekin Yayınevi
3. Aziz Nesin, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez III – Yokuş Yukarı, 1996, Adam Yayınları
4. Aziz Nesin Ali Nesin Mektuplaşmaları 1’inci cilt, 1994, Düşün Yayınları
5. Aziz Nesin Ali Nesin Mektuplaşmaları 2’nci cilt ( Üniversite Yılları ), 1996, Düşün Yayınları
6. Aziz Nesin Ali Nesin Mektuplaşmaları 3’üncü cilt ( Doktora Yılları ), 1994, Düşün Yayınları
7. Aziz Nesin Ali Nesin Mektuplaşmaları 4’üncü cilt, 1995, Düşün Yayınları
8. Aziz Nesin, Sizin Memlekette Eşek Yok mu? - Aziz Nesin'in Aziz Nesin'den Seçtikleri, 1995, AD Yayıncılık
9. Die skandalösen Geschichten vom Türkischen Erzgauner Zübük Ein satirischer Roman, Nesin, Aziz und Herbert Melzig, Berlin Rütten & Loening, 1968, Leinen
10. Yalçın, Murat (Ed.) (2010). “Nesin, Aziz”. Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi. C. II. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. s. 751-754.
11. https://gelenek.org/sosyalizm-tarihinden-portreler-aziz-nesin/
12. https://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/aziz-nesin
13. https://www.halkkitabevi.com/aziz-nesin-kimdir
14. Aziz Nesin'in Ölümünden Önceki Son Konuşması | 32.Gün Arşivi - https://www.youtube.com/watch?v=qzhRbx3bgsw
15. Aziz Nesin Söyleşisi - Zeynep Oral - https://www.youtube.com/watch?v=dusWvvXprvs
16. Aziz Nesin Belgeseli - Yaşasın Sanat - https://www.youtube.com/watch?v=HURBJtU5AxI&list=PLoWj7Bko3isBAdWPyC7IPuOBl9JxlBp35&index=28
17. Aziz Nesin Vakfı Belgeseli - Tan Oral - https://www.youtube.com/watch?v=CePwvi-tC-Q
[1] Metinsel çalışmalarda palimpsest, bir tomar veya kitaptan alınmış, metnin başka bir belge biçiminde yeniden kullanılmak üzere kazındığı veya yıkandığı el yazması bir sayfadır. Palimpsest kavramı, söz konusu eserlerin çok katmanlı yapısını ve aktarım sürecini açıklamaktadır. Özellikle modern edebiyat, resim ve sinemada palimpsest, etkileyici bir ifade ve anlatı aracıdır.
Emeğine yüreğine kalemine sağlık.
YanıtlaSilBu yazı benim yüreğime,aklıma,ruhuma çok iyi geldi 👏👏