Geleneksel heykellerin aksine, geçicilik üzerine kurulu bir sanat formu. Doğayla işbirliği yapan eserler, anın ve dönüşümün gücünü anlatıyor.
Heykel sanatı denince aklımıza genellikle anıtlar, bronz büstler ve yüzyıllara meydan okuyan mermer figürler gelir. Gerçi daha önce Richard Serra, Kinetik Heykel ve Kuzgun Acar gibi isimlerden bahsettik ve heykelin farklı biçimlerine aşinayız ama yine de pek çok kişi hala heykel deyince benzer şeyleri düşünüyor. Heykeller, tarih boyunca kalıcılığın, gücün ve sonsuzluğun sembolü olmuştur. Ancak 20. yüzyıl ve sonrasında sanatçılar, heykeli bu geleneksel kalıplardan çıkararak geçiciliğin ve değişimin bir ifadesi olarak yeniden tanımlamaya başladıklarında işin rengi değişmeye başlamış oldu. Artık bir heykelin değeri, ne kadar uzun süre ayakta kaldığıyla değil, izleyicide bıraktığı izlenim ve anın gücüyle ölçülmeye başlandı. Bu yeni yaklaşımlar, heykel ile zaman, doğa ve sanat ilişkisi üzerine derin sorular sorar.
Doğanın Kucağında: Andy Goldsworthy
Andy Goldsworthy, geçici sanatın en önemli temsilcilerinden biri. Eserleri, geleneksel heykeltıraşlığın tam tersine, doğanın kendisini bir atölye ve malzeme deposu olarak kullanıyor. Goldsworthy; yaprakları, taşları, buz kütlelerini, dalları ve toprağı kullanarak kısa ömürlü heykeller yaratır. Bu heykeller, yapıldığı andan itibaren doğanın döngüsüne teslim olur: rüzgâr dağıtır, yağmur eritir, güneş kurutur. Goldsworthy'nin sanatı, eserin varlığından çok, eserin yaratılış sürecine ve zamanla değişen, yok olan haline odaklanır. Onun için asıl eser, fotoğraf karelerinde kalan o anlardır. Bu çalışmalar, doğa ve sanatın birbirini tamamladığı, doğanın döngülerinin sanatsal bir ifadeye dönüştüğü bir felsefeyi ortaya koyar. Sanatçı, doğaya müdahale ederek değil, onunla işbirliği yaparak eserini tamamlar.
Andy Goldsworthy’nin işlerine baktığınızda, sanki doğanın kendi dilinde yazılmış şiirlerle karşılaşıyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Çünkü Goldsworthy'nin heykelleri, doğanın kendi ritmine teslim olmuştur. Kalıcılık peşinde koşmaz, aksine zamanın ve doğa olaylarının işini bozmasına izin verir. Aslında Goldsworthy’nin heykelleri, doğanın kendisiyle yapılmış işbirlikleri gibi düşünülebilir.
Goldsworthy'nin çalışmalarında insanı en çok etkileyen taraf, eserlerin kusurlu mükemmelliği. Mesela nehir kenarında birbirine yaslanan taşlardan yaptığı kemerler… İlk bakışta o kadar kırılgan duruyor ki, rüzgâr ya da dalga her an hepsini dağıtabilir. Ama bu kırılganlık, eserin asıl gücünü veriyor bize. Goldsworthy’nin sanatı, dayanıklılıktan değil, geçicilikten besleniyor. Taşlar devrilince, yapraklar solunca, buz eriyince, o an geride sadece fotoğraf kalıyor. Yani eserler, doğdukları kadar hızlı ölüyor. Bu da izleyiciye şunu düşündürüyor: Sanat, kalıcılıkla değil, yaşanmış bir anla ölçülebilir. Goldsworthy’nin en bilinen özelliklerinden biri, doğada hazır olan form ve renklerle oynaması. Kırmızı yapraklardan bir daire, beyaz karın ortasında koyu renk taşlardan bir çizgi, bir ağacın gövdesine spiral şekilde sarılmış sarı yapraklar… Tüm bu düzenlemeler, doğanın kendi düzenine eklenen küçük jestler gibi. Yani o aslında doğayı değiştirmiyor, ona meydan okumuyor; sadece ona küçük bir imza atıyor. Bu yüzden eserleri hem insan elinin izi hem de doğanın parçası olmayı başarıyor.
Ephemeral Art
Goldsworthy ile başladık ama belki de önce geçici sanattan biraz bahsetmek gerekiyordu. Ephemeral Art (Geçici Sanat), adından da anlaşıldığı gibi, kısa bir süre için var olan ve sonrasında yok olan sanatı tanımlıyor. Performans sanatından enstalasyonlara, sokak sanatından kavramsal çalışmalara kadar birçok alanda karşımıza çıkar. Bu sanat akımının amacı, sanat eserini ticari bir meta olmaktan çıkarıp, izleyici için benzersiz ve bir daha tekrarlanamayacak bir anlık deneyim haline getirmektir. Örneğin, bir kumsala çizilen devasa bir figür, med cezirle yok olur; ya da buzdan yapılan bir heykel, eriyerek suya dönüşür. Bu eserler, izleyiciye bir sahiplik değil, bir tanıklık duygusu sunar. Geçici sanat, aynı zamanda izleyiciyi sanatın kalıcılığı ve değeri üzerine düşünmeye zorlar. Bir heykelin binlerce yıl ayakta kalması mı onu değerli yapar, yoksa sadece o an var olması ve yarattığı eşsiz deneyim mi? Bu sorular, sanatı müze duvarlarından çıkarıp, yaşamın içine taşır.
Ephemeral Art aslında izleyiciye bir tür farkındalık dayatıyor. Kalıcı olmayan bir şeye bakarken, onun değerini daha fazla hissediyoruz. Buzdan bir heykeli görüp, birkaç saat sonra güneşin altında eriyip yok olacağını bilmek, ona bakışımızı yoğunlaştırıyor. Bir bakıma sanat eseri, varlığını geçiciliğinden alıyor. Kalıcılık yok, müzeler yok, koleksiyonlar yok… Sadece anı yaşama mecburiyeti. Aynı zamanda bu yaklaşım, doğayla da çok yakın bir ilişki kuruyor. Çünkü doğanın kendisi zaten geçicilik üzerine kurulu. Mevsimler, çiçeklerin açması ve solması, dalgaların iz bırakmadan kıyıya vurması… Ephemeral Art, doğanın ritmini sanata taşıyor yani. Christo ve Jeanne-Claude’un devasa ölçekli, ama yine de geçici olan doğa projeleri –örneğin sarılı binaları ya da örtülmüş köprüleri– bunun en bilinen örneklerinden. İş bittikten sonra geriye sadece fotoğraflar, anılar ve küçük bir orada bulunmuş olmak duygusu kalıyor sadece. Ayrıca, bu sanatın politik bir tarafı da var. Çünkü sanat piyasasına, koleksiyonculuğa ve sanat eserinin değeri fikrine karşı çıkıyor. Ephemeral Art satın alınamaz, depolanamaz, bir yatırım aracına dönüşemez. Sadece görülür, hissedilir ve kaybolur. Bu da sanatı, belki de kapitalist düzenin dışında tutmaya çalışan bir duruş olarak okunabilir.
İşin bir de ironik tarafı var: Kaybolan sanat, aslında hiç kaybolmuyor! Çünkü onu görenlerin belleğinde, o deneyimin izini taşıyor. Fotoğraflar, belgeler, videolar üzerinden yaşamaya devam ediyor. Yani geçicilik ile kalıcılık arasındaki sınır düşündüğümüz kadar keskin değil.
Geleneksel heykellerin bile zamanla değiştiği unutulmamalıdır. Bronz heykeller oksitlenerek patinalar kazanır, mermerler rüzgâr ve suyla aşınır. Bu değişiklikler, aslında eserin hikayesinin bir parçası haline gelir. Heykel, zamanın yıpratıcı etkisine karşı direnmek yerine, bu etkiyi kendi bünyesine katar ve yaşanmışlıklarla zenginleşir. Modern sanatçılar ise bu doğal süreci bir adım ileri taşıyarak, değişimi eserlerinin temel bir unsuru haline getirir, hayatın ve doğanın döngüsel yapısını yansıtır: doğum, değişim ve kaçınılmaz yok oluş. Sanat, kalıcılığa meydan okuyan bu eserlerle, anın ve deneyimin sonsuzluğunu yakalamaya çalışır.
👏👏
YanıtlaSil