Hafızasından ve ölümsüzlüğünden muzdarip bir kahraman: Wolverine. Onun yalnızlığı, kayıplar ve insan kalma mücadelesi üzerine bir yolculuk.
Wolverine, yani Logan, bana hep iki uç arasında sıkışıp kalmış gibi gelir: Bir yanda geçmişin ağırlığını taşıyan, silinmeye çalışılmış ama kanayan anılar; diğer yanda hiç bitmeyen bir yaşamın verdiği yorgunluk. Hatırladıkça acı çekiyor, unuttukça da kimliğinden bir parça kaybediyor. Sanki ruhu, zihnindeki boşluklarla yaralar arasında gidip geliyor, ama beden… bedeni hep dimdik ayakta. İşte bu çelişki Wolverine’i trajik kılan şeyin ta kendisi gibi geliyor.
Logan’ın belleği çoğu zaman paramparça. Deneyler, manipülasyonlar, şiddet… Hatırladığı şeyler genelde acı, kan ve kayıp. Bu yüzden hafıza onun için bir hazine değil, bir lanet gibi. Ama aynı zamanda hatırlamamak da onu eksiltiyor. Çünkü kim olduğunu, nereden geldiğini bilmediği için kendi özünü kaybediyor. Wolverine’in trajedisi de burada başlıyor: Hafızasını geri kazandığında acı çekiyor, kaybettiğinde ise kimliğini yitiriyor.
Bütün bunların üzerine bir de ölümsüzlük durumunu ekleyince işler daha da karaşık hale geliyor doğal olarak. İyileşme faktörü sayesinde yaraları hızla kapanıyor, hastalıklar ona dokunmuyor, yaşlanma neredeyse durmuş. Bu kulağa bir avantaj gibi gelebilir ama Wolverine’i düşündüğünüzde, bunun bir armağandan çok bir ceza olduğunu hissediyorsunuz. Çünkü zaman geçtikçe o hep aynı kalıyor, ama etrafındaki herkes yaşlanıyor, ölüyor, gidiyor. Dostlarını, sevgililerini, kardeş bildiklerini bir bir toprağa veriyor ve kendisi yine hayatta kalıyor. Her kayıpta biraz daha yalnızlaşıyor, biraz daha kabuğuna çekiliyor.
Wolverine’in asıl yarası, adamantium pençelerinden ya da bedeninde açılan kesiklerden değil; ölümsüzlüğün yükünden ve hatırladığı anıların acısından geliyor. Bir tür ölümsüzlük yorgunluğu var adamda. Bedeni tükenmiyor ama ruhu giderek çöküyor. Bir tarafıyla bu, onun en insani yanı. Çünkü hangimiz sevdiklerimizin tek tek kaybolduğunu izlemeye dayanabilirdik ki? Ya da kendi geçmişimizden kaçmak için belleğimizi silmeye razı olur muyduk?
Bu nedenle de Logan’ın yalnızlığı doğal değil, zorunluluktan kaynaklı bir durumdur. İnsanlarla bağ kurmaya çalışır; Jean Grey’e duyduğu aşk, X-Men ekibiyle kurduğu aidiyet, hatta zaman zaman genç mutantlara ağabeylik etmesi… Ama bütün bu ilişkilerin altında bir tür kırılganlık yatar: Ben kalacağım, siz gideceksiniz. Wolverine’in insanlarla arasına koyduğu mesafe, bir tür savunma mekanizması. Çünkü her yeni bağ, bir gün kaybedeceği birini daha hayatına sokmak demek.
Onun yalnızlığı, sadece bir tercih değil, ölümsüzlüğün yan ürünü. Ne kadar dost kazansa da, ne kadar sevilse de, içten içe hep yalnız kalacağını biliyor. Bu yüzden Wolverine’in en büyük mücadelesi düşmanlara ya da suçlulara karşı verilen bir savaş değil, kendi içinde geçen bir savaştır: bağ kurmak ile geri çekilmek arasında gidip gelen bir savaş.
Diğer yanda onun ölümsüzlüğünün aslında bize çok tanıdık bir duyguyu büyütülmüş bir hâlde gösterdiğini fark etmemek mümkün değil: kaybetme korkusu! Biz sınırlı ömrümüzde bile sevdiklerimizi yitirmenin ağırlığını zor taşırken, o bunu defalarca yaşıyor, yüzlerce kez tekrarlıyor. Wolverine’in hikâyesi: İnsan olmak, her şeye rağmen bağ kurmak, sevmek ve kaybı göze almak demek. Onun yalnızlığı trajik göründüğü kadar, bir direnişin de simgesi. Çünkü tüm kayıplara rağmen hâlâ sevmeyi deniyor. Ve belki de bu yüzden, Logan’ın hikâyeleri hep kahramanlık masalından çok, insan kalmaya çalışan bir ruhun günlüğü gibi hissettirir. Onu güçlü yapan pençeleri değil, bütün kayıplara rağmen hâlâ birilerine yardım etmeye, hâlâ insan kalmaya çalışması. Yalnızlığı, onun trajedisi olduğu kadar, aslında en büyük direnişi de.
👏👏
YanıtlaSil