Jean Grey: X-Men'in en trajik kahramanı. Gücünü bastırdıkça kendi kimliğini kaybetmesi ve Phoenix'e dönüşümü
Jean Grey benim için hep X-Men’in en trajik karakterlerinden biri oldu. Hikâyesinde güç ile kırılganlık birbirine düğümlenmiş durumda. Daha genç yaşlarından itibaren taşıdığı psişik güçler, onu hem özel hem de tehlikeli kılıyor. Ama Jean’in asıl savaşı mutantlara ya da kötü adamlara karşı değil; kendi içine sığmayan gücüyle ve o gücün kimliğini nasıl şekillendirdiğiyle.
Jean’in en belirgin özelliği, muazzam bir güce sahip olmasına rağmen sürekli bastırmak zorunda kalması. X-Men evreninde pek çok kahraman yeteneklerini serbestçe kullanır; Cyclops gözlerinden çıkan ışınları bir vizörle kontrol eder (sanırım edemez demek daha doğru olacak), Storm fırtınaları yönetir, Wolverine içgüdülerini bile dizginleyemez ama hepsi bir şekilde yaşayarak güçlerini kullanır. Jean’de ise durum farklı: Gücü öylesine büyük ki, sınırlarını aştığında yalnızca düşmanları değil, sevdiklerini de yakıp kül edebilme potansiyeline sahip. Grey'in bir diğer adı olan Phoenix hikâyesi de tam burada başlıyor zaten. Yani Jean’in hayatı bir anlamda sürekli frene basmakla geçiyor.
Karakterde ve hikâyesinde en çok dikkat çeken şey; Jean'in gücünü bastırdıkça kendi kimliğini de bastırıyor olması sanırım. Bir noktadan sonra Jean Grey kimdir? sorusu, Phoenix kimdir? sorusuyla iç içe geçiyor. Bu da klasik bir kimlik krizine dönüşüyor. Kişiliğin belirlemesi gereken güç öne çıkıp onun kişiliğini belirliyor, hatta bazen tümüyle yutuyor. Bu noktada doğal olarak akla şu soru geliyor: Jean eğer sıradan bir mutant olsaydı, kendi benliğini daha özgürce yaşayabilir miydi? Yoksa o daima gücü tarafından tanımlanmaya mahkûm muydu?
Bu sürekliliğe sahip ikilem karakterin tüm hayatını oluşturuyor. Gücü serbest bıraktığında korkunç bir yıkıma dönüşüyor; bastırdığında ise kendi benliğini, kendi özgürlüğünü inkâr ediyor. Yani her iki durumda da eksik. Bu yüzden Jean’in varlığı, büyük potansiyel taşıyan ama toplum, çevre ya da kendi vicdanı tarafından sürekli geri çekilen insanların durumunu hatırlatıyor. Kendi içimizdeki fazla olan yanlarımızı bastırma ihtiyacı… Ve bunun yarattığı kimlik karmaşası.
Tabi iş bununla da bitmiyor. Jean Grey’in trajedisi, Phoenix kimliğiyle zirveye çıkıyor aslında. Phoenix, hem sınırsız gücün hem de sınırsız özgürlüğün sembolü olarak algılanır. Ama bu özgürlük aynı zamanda yıkımı da beraberinde getirince, Phoenix olduğunda Jean artık yalnızca Jean değildir; arzuları, öfkesi, tutkusu, hepsi büyütülmüş bir hâlde ortaya çıkar. Kimi zaman bu güç tüm galaksileri tehdit edecek kadar kontrolden çıkar.
İlginç olan başka bir şey de şu: Phoenix, sadece Jean’in karanlık tarafı değil. Aynı zamanda onun özlemlerini, bastırılmış arzularını, gerçek benliğini de açığa çıkarır. Yani Jean’in kimlik krizi, sadece bir kahramanlık sorunu değil, aynı zamanda bir varoluş meselesidir: Ben kimim? Gücüm mü, sınırlarım mı, yoksa ikisi birden mi?
Doğal olarak Phoenix (Anka Kuşu) miti burada bir dönüşüm hikâyesine evriliyor. Çünkü her yıkımdan sonra Jean Grey yeniden doğuyor. Küllerinden yeniden yükselen Phoenix ile Jean’in asıl kaderinin kimliğini tek seferde bulmak değil, defalarca yıkılıp yeniden kurmak üzerine şekillendiğini görüyoruz. Onun kimliği, sabit bir şey değil; sürekli değişen, sürekli yeniden tanımlanan bir süreç.
Burada da başka bir soru çıkıyor karşımıza: Gerçek benlik, bastırılan tarafımız mı, yoksa kontrol altında tutabildiğimiz yanımız mı? Phoenix’in ateşli, dizginlenemez kimliği mi daha otantik, yoksa X-Men’in disiplinli Jean Grey’i mi? Belki de Jean’in trajedisi tam olarak bu soruya bir cevap bulamamasında yatıyor. Diğer yandan belki de cevap zaten bu belirsizliğin kendisinde gizli.
Jean Grey ya da nam-ı diğer Phoenix'in (hatta Dark Phoenix'in) hikâyelerini okurken (ya da izlerken) melankolik bir hisse kapılmamak elde değil. Çünkü Jean Grey, aslında kurtarıcı ya da yıkıcı olmaktan önce, sadece kendi kimliğini bulmaya çalışan bir kadın. Ve belki de bu yüzden, tüm kozmik güçlerine rağmen çizgi romanlarda en insani gelen X-Men karakteri o.
👏👏
YanıtlaSil