Tiyatro: Boşluğun sanatı. Oyuncu ve sözün gücüyle, mekânsızlık sonsuz hayal gücüne dönüşür; seyirci aktif ortak olur.
Tiyatro, mimarinin ve dekorun sunduğu somut çerçeveden çok daha fazlası; öncelikle boşluğun sanatı, hayal gücünün bir araya gelişidir. Bir sahnenin çıplaklığı, ironik bir biçimde, tiyatronun en zengin ve en sınırsız olanağıdır. Peter Brook’un ünlü tespitiyle, "Boş bir alan alabilirsin ve o alana yürüyen bir adam koyabilirsin, ve bir başkası da seyredebilir, ve hepsi bu kadar." İşte bu kadar yalın bir eylemde, tüm mekânlar ve zamanlar yeniden var olabilir.
Boş sahne, izleyici için bir tehdit olduğu kadar, sonsuz bir vaattir de aslında. Seyirci, öncelikle görmeyi beklediği dekorun, ışığın ve kostümün eksikliğiyle yüzleşir. Ancak bu eksiklik, onun zihnindeki yaratıcı boşluğu doldurmaya davet eden bir çağrıdır. Tiyatro, boş sahneyi kullanarak mekânın sabitliğini ortadan kaldırır. Bir anlık duruş, sahneyi savaş alanına çevirirken; hafif bir ışık değişimi onu bir saray odası yapabilir. Sahne, anlık bir anlaşmayla, toplu bir inanma eylemi sonucu var olur. Bu, tiyatronun sadece neyi temsil ettiğinden değil, nasıl temsil ettiğinden beslendiğini gösterir.
Boş bir sahne, izleyiciyi pasif bir alıcı olmaktan çıkarır ve eserin aktif bir ortağı yapar. Sahnenin arka duvarına yansıyan bir gölge, seyircinin hayal gücünde yüzlerce ağacı barındıran bir ormana dönüşür. Gerçek, sahneye konulan eşyada değil, izleyicinin zihninde inşa edilen sanal mekânda başlar. Bu, tiyatronun temelinde yatan büyülü bir anlaşmadır.
Dekorun ve ayrıntının geri çekilmesi, odağı kaçınılmaz olarak oyuncuya ve onun bedenine taşır. Boş sahnede, oyuncunun her hareketini, jestini ve sesini büyük bir büyütme camının altına yerleştirebilirsiniz. Bir kol hareketi, bir kapıyı temsil edebilir; bir eğilme, bir dağa tırmanmayı. Oyuncunun bedeni, metnin ağırlığını taşıyan tek mimari yapıya dönüşür. Mekânın kısıtlanması, ifadenin sınırsızlığını ortaya çıkarır. Boş bir mekânda, sözün tınısı, ritmi ve şiirselliği de daha keskin bir şekilde yankılanır. Yazarın dili, arka planın karmaşasından sıyrılır ve dramanın motoru haline gelir. Seyirci, görmediği bir manzarayı, oyuncunun sesi aracılığıyla işitir ve yaratır.
Tiyatronun mekânsızlığı, aynı zamanda onun zamansızlığını da beraberinde getirir. Boş bir alanda oynanan bir trajedinin dekoru, ne bir Antik Yunan tiyatrosuna aittir ne de günümüzün modern betonuna. O, tüm zamanları içinde barındırır. Bir sahne, belirli bir yeri ve zamanı ne kadar az temsil ederse, anlatılan hikâye de o kadar evrensel bir boyuta ulaşır. Boş sahne, Hamlet’i sadece Danimarka’nın Elsinore Şatosu’nda geçen bir hikâye olmaktan çıkarıp, iktidar ve intikam temalarının her döneme ait olduğu bir insanlık dramına dönüştürür.
Çağdaş tiyatroda minimalist yaklaşımlar (örneğin Grotowski'nin Yoksul Tiyatro'su), tiyatronun var olabilmesi için ışık ve oyuncudan başka hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını kanıtlar. Tiyatronun özü, karmaşık bir illüzyon makinesi değil, insanlararası bir karşılaşmadır. Bir insanın, başka bir insanın önünde, "mış gibi yapma" eylemidir.
Boş sahne, tiyatronun bir fiziksel varlık olmaktan çok, bir enerji ve niyet alanı olduğunu haykırır. Bu mekânsızlık, tiyatronun neden binlerce yıldır varlığını sürdürdüğünün en büyük kanıtıdır: Çünkü en güçlü sanatsal yaratım, daima en sade ve en çıplak başlangıç noktasından filizlenir.

YORUMLAR