Der Himmel Über Berlin: Ölümsüz meleklerin dünyasından, faniliğin acısı ve hazzıyla dolu insan olmaya dair bir arayış.
İnsana dair en kadim sorulardan birine dokunan Der Himmel Uber Berlin, sonsuzluk mu, yoksa sonluluğun içinde yaşamanın tadı mı? diyerek bildik bir konuya farklı bir bakış açısı sağlıyor.
Melekler, filmin başında Berlin’in gri sokaklarında süzülen sessiz tanıklar gibidir. Onlar kentin üstünde gezer, harabelerin, duvarların, yorgun yüzlerin arasından geçer. Her şeye tanıklık ederler. İnsanların aklından geçen en gizli düşünceleri duyarlar: bir çocuğun içindeki merak, yaşlı bir adamın ölüm korkusu, yalnız bir kadının özlemi, genç bir gencin geleceğe dair umutları… Bütün bu parçalanmış insan sesleri, meleğin içinde yankılanır. Onlar acıyı bilir ama hissetmez, sevgiyi görür ama tatmaz, ölümü tanır ama asla ona yaklaşmazlar. Bu, dışarıdan bakıldığında büyük bir güç gibi görünür: ölümsüzsün, acı çekmezsin, hissetmezsin, acıkmazsın... Zaman senin için bir sınır değildir.
Ama işte tam da orada, sonsuzluğun içindeki boşluk ortaya çıkar. Çünkü sonsuzluk, değişmeyen bir aynılığın içindedir. Ne kayıp vardır, ne de kazanım. Ne düşüş, ne yükseliş. Bir tür donma hali, bitmeyen bir bekleyiş. İnsan için bu bir hayal gibi görünebilir: Keşke hiç ölmesek. Ama melek için bu, ağır bir zincir gibidir: Keşke bir kere bile düşebilsem, bir kere bile ağrıyı bedenimde duysam. İşte o yüzden sonsuzluk, görkemli bir armağan değil, bazen sessiz bir cezadır.
Damiel’in en büyük özlemi, insanların en sıradan deneyimlerinde gizlidir: Bir kahvenin sıcaklığı dudaklara değdiğinde çıkan buharı görmek değil, o buharı ciğerlerinde hissetmek. Bir elin diğerine dokunduğunda, o temasın içinden doğan titreşimi teninde taşımak. Çocuğun kahkahasıyla sadece sevinci duymak değil, göğsünün içini çınlatan yankıyı yaşamak. Yağmurda ıslanmak, üşümek, üşüdüğünde bir battaniyeye sarılmak. Kanamak, yaralanmak, sonra o yarayı sarmak. Bir insana dokunmak, göz göze gelmek ve ilk defa kalbin hızlanmasını gerçekten hissetmek.
Ve işte bu noktada filmin sorusu büyür: Ölümsüz bir tanık mı olmak isterdin, yoksa faniliğin acısıyla beraber yaşayan bir insan mı? Damiel’in insan olma arzusu, sadece bir trapez sanatçısına duyduğu aşkla ilgili değildir. O aşk, onun içindeki bütün özlemlerin sembolüdür. Çünkü o kadın, dünyaya aittir. Onun teri vardır, nabzı vardır, düşleri vardır. Marion sadece bir insan değil, yaşama ait olmanın ta kendisidir. Damiel, Marion’a bakarken sadece bir kadına değil, insan olmanın bütün mucizesine bakar.
Burada şunu fark ederiz: ölümsüzlük, sonsuzluk, yücelik… bütün bunlar aslında dokunamamak anlamına gelir. Her şeyi bilirsin ama hiçbir şeyi deneyimlemezsin. Yalnızca gözlemci olursun. Ve gözlem, ne kadar derin olursa olsun, eksiktir. Çünkü biz, hissettiğimizde var oluruz.
Film bize gösterir ki sonsuzluk aslında sıkıntıdır, çünkü değişim yoktur. Oysa yaşamın güzelliği, bitişlerde gizlidir. Bir gül solar, ama işte o solma onun değerini verir. Bir insan ölür, ama o ölüm, yaşamını daha anlamlı kılar. Bir çocuk büyür, gençlik biter, saçlar beyazlar. Tüm bu akışın içinde, fanilik görünüşte kayıp gibi dursa da aslında bütün anlamı var eden şeydir. Fanilik lanet değil, armağandır. Sonsuzluğun içinde sonlu bir yaşam...
Melek, insan olmayı seçerek aslında ölümü seçer. Ama aynı zamanda ilk defa gerçek yaşamı da seçer. Çünkü ölüm ihtimali olmadığında yaşam da tam anlamıyla var olamaz. Ölümlü olduğunda bir kahve fincanı sonsuz bir mutluluk kaynağına dönüşür. Ölümlü olduğunda bir elin sıcaklığı tarifsiz bir mucize olur. Ölümlü olduğunda aşk, belirsizliğiyle, kaybolma ihtimaliyle, kırılganlığıyla birlikte karşı konulmaz bir mucizeye dönüşür.
Der Himmel über Berlin mümkün olan tüm yalınlığıyla söyler: Bazen özlediğimiz şey sonsuzluk değil, tam tersi sonluluğun içindeki anlamdır! Çünkü biten şey değerlidir. Çünkü kırılabilir olan kutsaldır. Çünkü kaybolacak olan aslında hayatın bütün rengini taşır.
Ve belki de her insanın içinde küçük bir melek vardır: dışarıdan bakan, gözlemleyen, acıları duyan ama içine karışmayan bir yan. Fakat hepimiz bir gün, bir şekilde, hayatın içine atlamayı seçeriz. Bazen bir aşkla, bazen bir çocuğun gülüşüyle, bazen bir kayıpla… Ve işte o anda yaşam başlar.
Bu dünya üzerinde küçük meleklerden çok var...
YORUMLAR