Bazen bir film izlersin ve sahneler bitse de yolculuk bitmez. Theo Angelopoulos’un Ulysses Gaze’i de tam olarak böyle: bitmeyen bir yolculuk, hiç eksi
Bazen bir film izlersin ve sahneler bitse de yolculuk bitmez. Theo Angelopoulos’un Ulysses Gaze’i de tam olarak böyle: bitmeyen bir yolculuk, hiç eksilmeyen bir yalnızlık… Ve adını koyamadığım bir merak, derinlerde sürekli kabaran.
Bir adamın üç eski film bobinini arayışıyla başlayan hikaye, çok geçmeden bir coğrafyanın kırık kalbinin ve insan ruhunun sonsuz arayışının hikayesine dönüşüyor. Bu üç bobin, yalnızca tarihi bir hazine değil; hafızanın, kimliğin, geçmişe uzanan görünmez bağların simgesi. Her adımda Balkanlar’ın soğuk taş sokaklarında, savaşın yaralı yüzünde, sisin içinde kayboluyoruz. Belki biraz da yalnızlığımızı, arayışımızı, duygularımızı mültecileştiriyoruz..
Filmi izlerken hissettiğim yalnızlık öyle sıradan değildi; bu, kendi içine çöken bir yalnızlıktı. Boğucu... İnsan kalabalığının ortasında bile kendini bir ada gibi hissettiğin türden… A’nın yüzünde, her adımında, her durakladığı şehirde bu yalnızlık vardı. O yalnızlık ki, yolculuk uzadıkça daha da derinleşir. Çünkü insan, aradığını bulmak için yürürken, aslında kendi içinin boşluklarını da görür.
Angelopoulos, bu yalnızlığı ağır tempolu hareketlerle, sevgisizlikle, geçmişle, şimdiyle, gelecekle izleyicinin tenine işliyor. Böylece yalnızlık sadece bir ruh hali değil, ekranın içinde soluduğumuz bir atmosfer haline geliyor. Yolculuğun fiziksel adımları kadar, içsel adımlar da ağırdır burada. A, sadece bobinleri değil, kendini de arar aslında.
Hiç Bitmeyecek Yolculuk
Ulysses’in binlerce yıl önceki efsanevi dönüş yolculuğu, burada modern zamanın yıkıntıları arasında yeniden yaşanıyor. Ama bu sefer “eve dönmek” gibi net bir hedef yok! Burada yolculuğun kendisi amaç haline gelmiş. Bir şehrin yıkıntılarından diğerine, bir yüzün hüznünden diğerine geçen bir yolculuk… Angelopoulos zamanı eğip büküyor; bazen geçmişe, bazen şimdiye, bazen de zamansızlığa savuruyor. Ve sen, yolculuğun asla bitmeyeceğini bilerek izliyorsun.
Filmi izlerken şu his hep vardı: “Varış noktası yok. Bu yol, sonsuza kadar sürecek.” Ve belki de insan, en çok böyle zamanlarda kendine yaklaşır: Hedefin kaybolduğu, yalnızca adımların kaldığı anlarda.
Çatışmaların İçinde Merak
Filmin savaş ve çatışma sahnelerinde, yalnızca kurşunlar değil, merak da havada uçuşuyor.
“Bu topraklarda ne oldu?”
“Bu yüzlerin ardında hangi hikayeler saklı?”
Çünkü çatışma, yalnızca fiziksel bir yıkım değil; insanların iç dünyasını, geçmişini, umutlarını parçalayan bir kasırga. Angelopoulos bu kasırgayı, bağırmadan, kanı önümüze dökmeden gösteriyor. Sessizlikleriyle vuruyor gibiydi.
Sarajevo’da sisin altındaki an, benim için bir kırılma noktasıydı. Sis, savaşın dehşetini birkaç dakika gizledi; sanki hayat kısa bir süreliğine geri gelmişti. İnsanlar konuşuyor, nefes alıyor, gülümseyebiliyordu. Hiç savaş olmamış, olmayacaktı sanki... Ama sonra… o sis dağıldığında, ölüm ve kayıp yeniden ortaya çıktı. O an, insanın merakla korku arasında sıkıştığı o ince çizgiyi hissettim. “Acaba bir mucize olur mu?” diye beklerken, hayatın her zaman mucizelerle dolu olmadığını hatırlatan o sert gerçeği gördüm.
Kayıp Hafızanın Simgesi
Filmin merkezindeki üç bobin meselesi, sinema tarihinden gelen teknik bir terime de yaslanıyor. Analog film döneminde bir bobin (reel), yaklaşık 8–13 dakikalık görüntü saklardı. Üç bobin demek, 24–40 dakikalık bir film demekti. Ama burada, bu teknik terim çok daha derin bir anlam kazanıyor: üç bobin, Balkanlar’ın ilk sinema gözleri… Henüz savaşların, yıkımların ve sınırların gölgesine düşmemiş bir dünyanın görüntüleri. Umudun görüntüleri...
A, bu bobinleri ararken aslında kaybolan masumiyetin, kaybolan güvenin, kaybolan ev hissinin peşinden gidiyor. Onları bulmak, belki de geçmişin yaralarını onarmak anlamına gelecek. Ama biz biliyoruz yani en azından artık biliyoruz, Bazı yaralar, bulunmakla değil, hatırlanmakla iyileşir.
Bazı yolculuklar, varış noktasına ulaşmak için değil, bakışımızı değiştirmek için vardır. Bu filmde bakış, yalnızca bir gözlem değil; bir hafıza kazısı, bir ruhun haritası. Angelopoulos’un kamerası, bize bir gerçeği fısıldıyor: İnsan, geçmişi anlamadan geleceğe adım atamaz. Ve belki de en önemlisi, bu yolculuğun hiçbir zaman bitmeyeceğini kabullenmektir… Tıpkı insanın kendini arayışının bitmediği gibi. Yalnızlık, çatışma, merak, umut ve hayal kırıklığı – hepsi bu yolun taşları. Film bittiğinde, yolculuk hala devam ediyordu. Ekran kararmıştı, ama içimde hala sisli, soğuk, yıkık bir şehir, boş bir liman ve hiç durmadan yürüyen bir adam vardı. Hiç durmayacak, hep hatırlayacak...
bu filmi izlememiştim en kısa sürede izleyeceğim yazını daha sonra tekrar okuyacağım.
YanıtlaSilancak Angelopoulos insanlığın dertlerini dert edinip sinemada yıkıntıların bir tarafında umudun üstünü çok açmadan ama ayan beyan göstermesinden dolayı sevdiğim bir yönetmendir.. yorumların için teşekkür ederim. yazılarını severek takip ediyorum