Mektup yazmayı unuttuğumu ne zaman fark ettim, tam olarak bilmiyorum. Belki de bir e-posta taslağını yazıp “göndermeye gerek yok” diye sildiğimde.
Mektup yazmayı unuttuğumu ne zaman fark ettim, tam olarak bilmiyorum. Belki de bir e-posta taslağını yazıp “göndermeye gerek yok” diye sildiğimde. Belki de aklımda hep dönen ama yazılmamış bir mektubun içimde yankılandığını hissettiğim bir akşamda. Şunu biliyorum: Mektuplar artık kağıt üzerinde değilse de, edebiyatta hâlâ yaşıyor. Üstelik bazen bir karakterin kaleminden dökülen kelimeler, bizim hiç söyleyemediklerimizi söylüyor.
Mektup türü edebiyatın bana hep en içten, en kırılgan köşesi gibi gelmiştir. Romanların ortasında bir mektup belirdiğinde ortalığı bir sessizlik kaplar ve anlık olarak donuklaşır her şey. Çünkü bilirim ki artık dış dünya değil, iç dünya konuşacaktır. Karakterin maskesiz hâliyle karşılaşırız mektupta. Anlatıcı devreden çıkar, olaylar durur, zaman yavaşlar. Geriye sadece yazan ve okuyan kalır. Bir tür gizli oda.
Virginia Woolf’un Leonard’a yazdığı mektupları okuduğumda, o kırılganlık hissi yüreğime saplanmıştı. Çünkü kurgu değil, gerçekti. Ama işin garibi, bazen kurgu mektuplar çok daha gerçek gelebiliyor. Goethe'nin Genç Werther’in Acıları'nda Werther’in arkadaşı Wilhelm’e yazdığı mektuplar öyle içliydi ki, sanki gerçekten yaşanmıştı da ben sadece geç kalmış bir okur gibi hissediyordum. Oysaki Wilhelm yoktu. Bu yalnızlık sadece Werther’in değil, aynı zamanda yazarın da yalnızlığıydı.
Sanırım edebiyatta mektubun gücü, zamanı delip geçmesinde saklı. Bir mektup yazıldığında, yazar onu bitirdiği anda olay bitmez. Asıl mesele, o mektubun ulaşıp ulaşmayacağıdır. Ya da ulaştığında hâlâ geçerli olup olmayacağı. Tıpkı hayatta olduğu gibi… Zaman çoğu şeyi eritirken, bir mektup bazen o zamanı saklayabilir. Bu yüzden iyi bir mektup, hem şimdiye hem geçmişe aittir. Bazen de geleceğe.
Kurgu içinde yazılmış mektuplar, yalnızca olay örgüsüne hizmet etmez; karakterin iç sesi olur. Dostoyevski’nin Budala'sındaki mektup, Prens Mişkin’in kelimelerle ne kadar zor baş ettiğini ama bir o kadar da ne kadar içten olduğunu gösterir. Orada, Mişkin’in kırılganlığına dokunursun. Bir mektup aracılığıyla. Kim bilir, belki Dostoyevski de birilerine mektuplar yazıp yollamamıştır da, onları romanlarının içine saklamıştır!
Bazen düşünüyorum da, mektup yazmak, cevabını beklemediğin bir konuşma biçimi gibi. Kendi içinde sonu belli olmayan bir iç döküş. Ve işte tam bu nedenle, mektup biçimi edebiyatın içine yerleştiğinde, metni baştan aşağı değiştiriyor. Her şey birdenbire daha samimi, daha kişisel, daha kırılgan oluyor. Diğer yandan yayınlanmış gerçek mektupların da rahatsız eden bir tarafı yok değil! Kişilerin özel hayatına, belki de onların isteği dışında dahil oluyoruz. Gerçekliği daha iyi kavrıyoruz ama bedeli farklı oluyor. Anlamak ve anlamlandırmak adına okuduğum pek çok kitap var mektuplardan, yazışmalardan oluşan. Her seferinde de aynı pişmanlığı yaşayarak okuyorum. Yine de okuyorum. :)
Bugün birine bir mektup yazsam, kalemle yazar mıyım? Zarf bulur muyum? Pulu ters yapıştırır mıyım, hâlâ o çocukça inatçılıkla? Belki hayır. Ama yazarken kafamda bir romanın içindeymişim gibi hissederdim, orası kesin. Çünkü her mektup, ister gerçek ister kurgu olsun, bir tür iç monolog. Ve iç monolog, edebiyatın en dokunaklı sesi olabilir. Mektuplar artık az yazılıyor hatta muhtemelen çoğu genç ruh mektubun ne olduğunu bile bilemiyor, ama edebiyat sağ olsun, en azından bizim onları unutmamıza izin vermiyor.
Muhteşem ❤️
YanıtlaSilGerçekten de unuttuğumuz bir edebi tür. Çok teşekkürler hatırlatmanız için 🙏🏻
YanıtlaSil