İnsan bazen kendi toprağında değil, yabancı bir toprakta doğar yeniden. Vahşi Kahraman tam da bu yeniden doğuş hikayesi. İlk bakışta bir Western filmi
İnsan bazen kendi toprağında değil, yabancı bir toprakta doğar yeniden. Vahşi Kahraman tam da bu yeniden doğuş hikayesi. İlk bakışta bir Western filmi gibi görünse de, aslında insanın kimliğini, aidiyetini ve anlam arayışını anlatan, derinlerde ise acının dönüştürücü gücünü işleyen bir film.
Film, İngiliz John’un (Richard Harris) Amerika’da Sioux yerlileri tarafından esir alınmasıyla başlıyor. Burada ilk çarpıcı nokta, klasik beyaz adam yerlilerin arasında klişesinden ziyade, karakterin gerçekten onların dünyasına zaman içinde dahil oluşunu izlememiz. John, başta kendini üstün gören, yabancı bir göz. Fakat zamanla, kelimelerden önce bedenin, bakışların, sessizliğin diliyle tanışıyor. Bu, modern çağ insanın unuttuğu bir iletişim biçimi.
Acının Dönüştürücü Gücü
John, özgürlüğünü kazanmak için değil, belki de kendini bulmak için yerlilerin geleneklerini kabul ediyor. Onların erkeklik ritüelinde, etine saplanan kancalarla göğe asılı kaldığı o sahne… Bence filmin duygusal zirvesi. Sadece fiziksel bir acı değil bu; geçmişteki tüm kibrinin, yalnızlığının, kimlik boşluğunun acısı. Deri, bedeni nasıl taşırsa; ruh da insanı o denli taşır. Ve o sahnede ruhu, bedeniyle birlikte asılı duruyor gibiydi acının iplerinden yeniden doğarcasına. İnsan bazen kendisi olabilmek için, kendi dünyasında değil, tamamen yabancı bir dünyada sınavdan geçmek zorunda kalır. Yani evimiz, bizi her zaman biz yapmıyor. Bazen yabancılık, en büyük öğretmenimiz oluveriyor.
John’un kabileden bir kadına aşık oluşu ise başka bir hikâye. Sevginin kültürler üstü bir dil olduğunu açıkça gösteriyor. Ama bu aşk mutlu sonla bitmiyor. Tam aksine, kaybı hikayenin de sizin de içinize işliyor. Çünkü hayat, kimi zaman bize ait olduğunu düşündüğümüz şeyleri, sadece bizim elimizden değil, zamanın da elinden alıyor. O kadın öldüğünde John, artık geri dönse bile eskisi gibi olamayacağını biliyor. Sevgi, insana bazen bir yurt, bazen de bir mezar olur.
Kabile ve Aidiyet
Sioux kabilesi, doğaya ve birbirine bağlı bir yaşam sürüyor. John, onların arasında kaldıkça sadece hayatta kalmayı değil, bir topluluğun da parçası olmayı öğreniyor. Modern insanın birey olma övgüsü, burada yerini birlikte olmanın dinginliğine bırakıyor. Filmin belki de en güçlü tarafı bu: İnsan tek başına güçlü olabilir, ama bir topluluk içinde anlamlıdır.
Batı sinemasının çoğu yapımında gördüğümüz beyaz kurtarıcı hikayesini tersine çeviriyor. John, kabileyi kurtaran biri değil; kabile tarafından kurtarılan biri adeta. Belki de güç, elinde silah tutmakta değil, kendi gururunu bırakabilmekte. Bu yüzden Vahşi Kahraman, bir fetih hikayesi değil, bir anlamda teslimiyetin hikayesi. İnsan, gerçekten insan olabilmek için bazen kendi adını bile unutmalı. John, Horse yani At ismini aldığında, aslında kimliğini kaybetmiyor; aksine ilk defa gerçek bir isme kavuşuyor. Çünkü bu isim, kabile içinde kazandığı yerin, geçirdiği sınavların ve paylaşılan acının sembolü oluyor. Vahşi Kahraman bize şunu sıkça hatırlatıyor: Asıl yolculuk, haritada değil, kalbinin içinde başlar. Ve bazen en yabancı yer, en çok evinde hissettiğin yer olur.
Güneş Yemini Töreni
Sioux halkının güneş yemini töreni, yalnızca bir cesaret, acı çekme, kendini ispatlama, savaşçı olma, güneşe tapma ritüeli değil; aynı zamanda insanın ruhu, bedeni ve evrenle bağ kurduğu en yoğun anlardan biri. Törende, savaşçılar göğüslerinden kancalarla asılıyor, güneşe bakarak adeta ilahi bir dayanıklılık ve ruhsal arınma sınavından geçiyorlar. Bu, hem kendi halkına hem de yaradılışa bir bağlılık yemini aslında.
Ama bu tören, savaşçının korkusunu da içinde taşıyor. Çünkü acı, yalnızca bir bedenin dayanma sınırı değil; aynı zamanda ruhun kendi karanlığıyla da yüzleştiği yerdir. Bir savaşçı, orada yalnızca derisinden değil, tüm geçmişinden ve tüm korkularından da arınır.
Yasemin
Dipnot – Güneş Yemini Töreni
Bu tören, bazı kızıldereli toplumlarının en kutsal ritüellerinden biridir ve katılımcı, hem kendi hem kabilesi için ruhsal bir adak sunar. Göğse veya omuzlara saplanan kancalarla direğe bağlanır, günlerce dans eder, oruç tutar ya da acının içinde ruhsal bir vizyon arar.
Amerika’da 1883’te vahşice ve tehlikeli olduğu gerekçesiyle yasaklandı. (Yasağın tek nedeni yalnızca fiziksel acıya duyulan tepki değil, bu ritüelin kabile kimliğini, ruhsal direncini ve özgürlük bilincini pekiştirmesi de yatıyordu. Çünkü ruhunu asan bir halkın, boyunduruk altına girmesi daha zordur.) Yaklaşık yarım yüzyıl boyunca gizlice sürdürüldü. 1934’te kısmen izin verildi, ancak tamamen serbest bırakılması 1978’de Amerikan Kızılderili Dini Özgürlükleri Yasası ile mümkün oldu. (Günümüzde hala büyük bir gizlilik ve saygı ile yapıldığı ve her yıl Amerikan yerlileri tarafından yasal olarak kutlandığı bilgisi yer almaktadır.)
Yine çok güzel ve açıklayıcı bir anlatım teşekkürler.
YanıtlaSil