Theo Angelopoulos'un başyapıtı Sonsuzluk ve Bir Gün: Zaman, kayıp ve insan ruhunun derinliklerine dokunan, görsel bir şiir.
1998 yapımı Sonsuzluk ve Bir Gün, yönetmenliğini Theo Angelopoulos’un üstlendiği, zamansız bir drama örneği. Film, ömrünün son günlerini yaşayan yazar Alexander ile, hayatına dokunan genç bir çocuk arasında geçen hikayeyi merkeze alıyor. Angelopoulos, zamanı ve nihai kaybı estetik bir görsellikle derinlemesine işleyerek hem görsel bir şiir hem de duygusal bir labirent sunuyor.
Alexander, uzun yıllar boyunca yazarlık yapmış, hayatı ve kariyeri boyunca kaybettiği ilişkilerle yüzleşmeye başlayan bir adamdır. Artık ölümün yaklaşmakta olduğunu hisseder. Günlerinin sayılı olduğunu bilmek, onu geçmişine, hatalarına ve unuttuğu bağlarına doğru bir yolculuğa çıkarır. Genç çocuk ise, yaşamın masumiyetini ve sadeliğini temsil eder. Alexander’in hayatına dokunan bu küçük varlık, geçmişin gölgeleriyle yüzleşmesini ve kaybın ağırlığını hissetmesini sağlar. Film boyunca, zamanın geçiciliği ve insanın unutulmuşluk korkusu ağır ağır içine işler.
Filmin ilk hissettirdiği, zamanın kaçınılmazlığı ve ölümün sessizliğidir. Alexander’in bakışlarından, geçmişe duyduğu özlemden ve gelecekten kopuşundan yaşamın kırılganlığı çıkar. Film, yaşamın en değerli anlarının farkına varılması gerektiğini adeta kulağınıza fısıldar. Alexander, kaybettiği zamanı, kaybettiği insanları ve pişmanlıklarını taşır yanında. İnsanın kendi hatalarıyla yüzleşme sancısını görürüz hemen her sahnede. Geri alınamayacak anların ağırlığı altında kaldığınız ağır bir kaya gibi hissedilir.
Genç çocuk ile Alexander arasındaki bağ, filmin duygusal omurgasını oluşturur. Film, yalnızlığın, kaybın ve unutuşun ortasında, insanın başka birine dokunarak kendini yeniden bulabileceğini anlatır. Sonsuzluk ve Bir Gün'ü izlerken adeta derin bir sessizliğe sürüklenir, ritmiyle düşünmeye zorlanır; bazen ağır aksak ilerleyen sahneleri, içsel bir hesaplaşmaya dönüştürür, sadece karakterlerin değil, kendi geçmişinin ve kayıplarının da izini sürersin.. Film, Bir insan geçmişiyle nasıl barışabilir? sorusunu sorar, kaybın ve zamanın acısıyla yüzleşmenin estetik bir deneyim olabileceğini de gösterir.
Hastane ziyareti, ölümün yaklaşmakta olduğunu kabullenmesi ve geçmişle yüzleşmesi, filmin duygusal eksenini oluşturur. Sahil sahnesi, genç çocuğun masumiyeti sayesinde Alexander’in kaybettiklerini hatırlaması; geçmiş ve geleceğin bir araya gelmesi. Son yürüyüş sahnesi ise sessiz bir vedadır; zamanın kaçınılmazlığını, insanın yalnızlığı...
Film yalnızca bir yaşam hikayesi değil, zamanı, hataları ve insan ilişkilerini düşünmeye davet eden bir meditasyon olarak da düşünülebilir. Angelopoulos, izleyiciye geçmişin ağırlığını ve yaşamın kırılganlığını hatırlatır. Film, zaman geçiyor, ve biz ona yetişemiyoruz gerçeğini tokat misali hatırlatır. Geçmişin yükünü taşıyan biri olsaydın, hangi anlarını yaşatmak isterdin?
Önemli bir açıdan da Sonsuzluk ve Bir Gün, insan ruhunun incelikli anlatılarından biridir. Unutulmaz duygusal deneyim sunar. Yalnızlık, kayıp ve pişmanlık karşısında insan olmanın ne demek olduğunu gösterir. Alexander’in yolculuğu, ölümle yüzleşmenin ve geçmişle barışmanın bir hikayesidir; zamanın içinde kaybolan bir insanın, kendi varlığını anlamaya çalışmasının kanıtıdır.
İçimde Bir Gün Daha Yürüyor
Sonsuzluk ve Bir Gün’den Sonra... Film bitince oturup hiçbir şey yapamamak… İşte bu his, içimi sardı. Alexander yürüdü; ağır ağır, sessizce, kendi gölgesinde. Ben izlerken, kendi geçmişime takıldım. Zaman… Bir elveda, bir hatırlama, bir kayıp… Genç çocuğun masum bakışları arasında, kaybettiğim yılları gördüm.
Her sahne, bir sessiz çığlık. Her durak, bir kayıp hatıra. Ve ben… Zamanın içinde sürüklenen bir ruh gibi, onun adımlarını takip ettim. Bir gün daha, bir hayat daha, içimde yürüyüp durdu. Ve sessizce fısıldadı: Geçmişin yükünü taşımak, yaşamın ta kendisidir.
Film boyunca çalan müzikler, her sahnenin duygusunu kalbime işledi; piyano ve yaylıların hüzünlü melodisi, zamanın ağır akışını ve kaybın sessizliğini hissettirdi. Sahil sahnesindeki rüzgar ve dalga sesleri, masumiyet ve geçmişin ağırlığını bir araya getirdi. Bu müzikler, yalnızca sahneleri desteklemekle kalmadı; her nota içimde bir gün daha yürüttü.
Film müziklerini yapan Eleni Karaindrou, her sahneye ayrı bir nefes, her sessizliğe ayrı bir ağırlık katıyor. Melodileri, sadece hüzün değil, aynı zamanda geçmişin hatırlanması ve zamanın kıymetinin fark edilmesini sağlayan bir deneyim gibiydi. Her duygu, her his, onun müziğiyle içime işlendi; bir sahnede gözyaşı, bir diğerinde sessiz bir huzur…
Yasemin
*Filmin tema müziği olan By the Sea ile ilgili yazıya buradan ulaşabilirsiniz.
YORUMLAR