Bergman'ın Sessizlik'i, iki kız kardeşin karmaşık ilişkisi ve bir çocuğun gözünden iletişimsizliği anlatıyor. Sözcüklerin yetmediği bir yalnızlık.
Sessizlik, ilk bakışta üç kişinin yolculuğu gibi görünür: Ester, Anna ve küçük Johan. Ama aslında yolculuk bir şehre değil, insanın kendi içinin en karanlık, en dilsiz odalarına doğrudur. Film boyunca konuşulan her cümle, sessizliğin ağırlığını daha da artırır. Çünkü sözcükler birbirine ulaşmaz, havada asılı kalır.
Ester’in hastalığı, yalnızca bedensel değildir; ruhunun da çürüyüp parçalandığını hissederiz. Onun boğazında düğümlenen öksürük, aslında söyleyemediklerinin yankısıdır. Her nefesi, sanki hayattan koparılmış bir parça gibidir. Anna’nın bedensel arzularına, hayata tutunma çabasına karşılık, Ester her geçen dakika biraz daha içe kapanır. İki kadın birbirlerine dokunamaz; dokunduklarında da elleri birbirinden kayar, kalpleri birbirine değemez. Johan ise, tüm bu karmaşanın ortasında, çocuk masumiyetinin ürkek gözleriyle seyirciye bakar. Onun gördüğü şey, yalnızca iki yetişkin kadının çatışması değil; insanın dünyaya karşı koyamadığı yalnızlığıdır.
Bergman, sessizliği bir boşluk olarak değil, adeta bir çığlık gibi kullanır. Konuşmaların azaldığı, bedenlerin birbirine değdiği, ama ruhların asla buluşmadığı anlarda sessizlik daha da derinleşir. Sessizlik, bazen Anna’nın doyumsuz arzularında, bazen Ester’in yatağa çivilenmiş bedeninde, bazen de Johan’ın koridorlarda kaybolan ayak seslerinde büyür. Ve bu sessizlik, seyircinin içine işler, boğazını sıkar, izleyeni kendi sustuklarıyla yüzleştirir.
Filmdeki otel, yabancı bir şehirdeki eski taş bina, tanklar insanın iç dünyasının simgesi gibidir... Kapıları ağır, koridorları karanlık, odaları nefessiz… Her köşe, bilinçaltının bir kıvrımıdır. Dışarıda karşılaşılan askerler, anlaşılmayan bir dil, gürültüye karışan anlamsız sesler: hepsi iletişimsizliğin, yabancılaşmanın sembolü. İnsan ne kadar çok şey söylerse söylesin, aslında birbirine ulaşamaz. Sessizlik bu yüzden kaçınılmazdır.
Ama işte tam burada film, acı bir gerçeği fısıldar: Sessizlik, yalnızca yokluk değildir. Sessizlik, bazen gerçeğin ta kendisidir. Bergman, insanın Tanrı’yla, birbirleriyle ve kendi benliğiyle kuramadığı bağı sessizlikle resmeder. Ne kadar konuşsak da bazen kelimeler işe yaramaz; acının, arzunun, yalnızlığın karşısında diller tutulur. Sessizlik, yıkıcı bir sessizliktir; insanı çırılçıplak bırakır.
Johan’ın film boyunca yaşadığı korku, yalnızca çocukça bir ürkeklik değil; insanın varoluşun ortasında hissettiği çıplak yalnızlığın küçük bir yansımasıdır. Çocuğun küçücük bedeninde bir insanlığın kırılganlığı vardır. O, yetişkinlerin birbirine kuramadığı bağı sessiz gözleriyle taşır. Çocuk, adeta gelecek kuşakların “bu sessizlikle” nasıl büyüdüğünü, nasıl devraldığını gösterir.
Film bittiğinde akılda kalan, yalnızca üç karakterin öyküsü değildir. Kalpte derin bir yankı kalır: hiçbir bağ kalmaz, hiçbir kelime yetmez, yalnızca sessizlik… Ve o sessizlik, insanı uzun süre bırakmaz, günlerce zihnin içinde dolaşır.
Sessizlik, aslında yüksek sesle bağıran bir filmdir. İnsanın en büyük çığlığının sessizlikten oluştuğunu gösterir. İzleyende boğazda düğümlenmiş bir his bırakır: kelimeler yetmez, duygular taşar, ama ağızdan tek bir kelime bile çıkmaz. Geride kalan, ağır, yakıcı, kaçınılmaz bir suskunluktur.
YORUMLAR