Sinemada müzik: John Williams, Morricone ve Zimmer gibi efsanelerden Vangelis ve Kitaro'ya uzanan, duygusal ve ruhsal bir yolculuk.
Bir filmi izlerken, perdede gördüğümüz her şeyin bir hikâye anlattığını düşünürüz. Ancak farkında olmadan, ruhumuza dokunan, bizi güldüren, korkutan ya da hüzünlendiren başka bir dil daha vardır: müziğin dili. Film müziği, sessiz bir ortağın hikaye anlatımına nasıl katkıda bulunduğunun, karakterlerin iç dünyasına nasıl bir pencere açtığının ve izleyicinin duygusal deneyimini nasıl zenginleştirdiğinin en çarpıcı örneğidir. Film müziği, sadece bir fon sesi değildir. Filmdeki olay örgüsünün, karakterlerin duygusal yolculuğunun ve hatta mekanın atmosferinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu noktada daha açık anlam için bir şeyden muhakkak bahsetmek gerekiyor. Sinemada ya da filmlerde müzik iki farklı kategoride var olur. Score diye tabir edileni filmin sahnelerine özel olarak bestelenen, enstrümantal müziklerdir. Genellikle sahnelerin duygusal tonunu belirler, olayların ritmini destekler ve izleyiciyi o anın içine çeker. Soundtrack ise Filmde kullanılan, önceden var olan veya popüler şarkılardan oluşan bir koleksiyondur. Filmdeki belirli bir dönemi, kültürel atmosferi veya karakterin kişisel zevklerini yansıtabilir. Bu iki unsurun birleşimiyle film, sadece izlenen değil, aynı zamanda hissedilen bir deneyime dönüşür. Özellikle score, izleyicinin bilinçaltına hitap eden, görünmez bir el gibi duyguları manipüle eden en güçlü araçtır.
Film müziğinin en etkili tekniklerinden biri, bestecinin belirli bir karakteri, mekânı veya temayı temsil etmek için tekrarlayan bir melodi, yani leitmotif kullanmasıdır. Bu, izleyiciye bilinçaltı düzeyde bir bilgi akışı sağlar ve karakterin hikayesini sadece görsel olarak değil, işitsel olarak da takip etmesini mümkün kılar.
Bu tekniğin en büyük ustalarından biri hiç kuşkusuz John Williams'tır. Star Wars serisi, bu alanda bir başyapıt niteliğindedir. Darth Vader varlığı ile coşkulu hale gelen karanlık ve tehditkâr İmparatorluk Marşı, filmde ne zaman geçse, izleyicinin aklına hemen o kötülüğün gölgesi düşer. Bu marş, Vader'ın gücünü, acımasızlığını ve hikâyedeki önemini her duyulduğunda yeniden vurgular. Aynı şekilde, Indiana Jones'un maceraperest ruhu, o meşhur ana temayla ayrılmaz bir bütün haline gelmiştir. Williams, sadece notalar yazmakla kalmamış, aynı zamanda her bir karakterin ve temanın ruhunu yakalayan müzikal imzalar yaratmıştır diyebiliriz.
Diğer yanda bazı besteciler de kendi imza stilleriyle film müziği sanatına bambaşka bir boyut getiriyorlar. Ennio Morricone, müziği hikayenin kendisi yapan bir efsanedir. Morricone, bir dönemin en önde giden film tarzlarından biri olan Western'lerde Vahşi Batı'yı, sadece görüntülerle değil, ikonik ıslıklar, yankılanan gitarlar ve geniş orkestral düzenlemelerle yeniden yaratmıştır. İyi, Kötü ve Çirkin (The Good, The Bad and The Ugly) filmindeki müziği, filmin karakterlerinin acımasız ve yalnız dünyasını o kadar güçlü bir şekilde yansıtır ki, müzik olmadan filmi düşünmek neredeyse imkansız hale gelir. Morricone için müzik, bir sahnenin duygusunu yansıtmanın ötesinde, karakterlerin motivasyonlarını ve ruh halini açıklayan bir anlatıcıdır.
Hans Zimmer ise modern film müziğine epik ve elektronik bir soluk getirir. Yüksek tempolu ritimleri, derin basları ve yükselen koro sesleriyle izleyiciyi hikayenin içine hapseder. Başlangıç (Inception) filmindeki Time gibi besteleri, bir ana tema olmaktan ziyade, filmin zaman ve gerçeklik algısıyla oynayan felsefesini yansıtan bir ses manzarası oluşturur. Gladiator filminin müziği ise Roma İmparatorluğu'nun ihtişamını ve aynı zamanda ana karakterin yaşadığı trajediyi o kadar derinden hissettirir ki, müzik filmin görsel kimliğini yeniden tanımlar. Zimmer, müziği sadece bir duygu aracı değil, aynı zamanda filmin kendi iç dünyasının bir ifadesi haline getirmiştir.
Bir de müziği sadece hikayenin tamamlayıcısı olarak değil de filmin kendi iç dünyasının bir ifadesi olarak kullanan besteciler de vardır. Onlar için müzik, sahneye eşlik etmekten çok, o sahnenin atmosferini ve ruhunu yaratmayı amaçlar. Vangelis, bu yaklaşımın öncülerinden biridir. 70'lerin başında Yunanistan'ın önemli Progressive Rock gruplarından biri olan Aphrodite's Child ile edindiği deneyimin ardından geleneksel orkestral müziği bir kenara bırakarak, sentetik seslerin ve elektronik dokuların gücünü keşfeder Vangelis. Bıçak Sırtı (Blade Runner) filmindeki müziği, filmin distopik, kasvetli ve yalnız dünyasının ayrılmaz bir parçasıdır. Vangelis'in notaları, fütüristik şehrin neon ışıkları altında yaşanan melankoliyi ve insanlığın kayboluşunu yansıtan bir ses manzarası oluşturur. Bestelediği Ateş Arabaları (Chariots of Fire) filminin ana teması ise minimalist ama bir o kadar da güçlüdür; insan iradesinin ve zaferin evrensel bir marşı haline gelmiştir diyebiliriz. Bir de 1492: Cennetin Keşfi (1492: Conquest of Paradise) filminin müzikleri vardır ki film içerisinde müzik mi dinliyorsunuz yoksa müzik dinlemek için oturdunuz da arada görüntüler mi var ayırt edemiyorsunuz.
Yine 70'lerin başında ama bu kez Japonya'da Far East Family Band ile tanınmaya başlayan Kitaro ise müziği daha ruhani ve mistik bir yolculuğa dönüştürmüştür. New Age müziğin önde gelen isimlerinden olan Kitaro'nun besteleri, doğanın ve evrenin enginliğini hissettirir. Besteleri, geleneksel Asya enstrümanlarını modern elektronik dokularla birleştirerek dinleyiciye hem dinginlik hem de bir macera hissi verir. Bu yaklaşımı, özellikle İpek Yolu (The Silk Road) gibi belgesellerdeki çalışmalarıyla öne çıkar. Kitaro'nun müziği, görsel bir anlatıdan çok, dinleyiciyi duygusal ve ruhsal bir keşfe davet eder.
Bütün bunların sonunda film müziği, izleyicinin filmle kurduğu bağın en temel parçalarından biridir diyebiliyoruz rahatlıkla. Perdenin arkasındaki görünmez bir el gibi, bizi bilinçaltı bir yolculuğa çıkarır, karakterlerin iç dünyasına ayna tutar ve izlediğimiz hikayenin duygusal ağırlığını omuzlarımıza yükler.
YORUMLAR