Bergman'da Yedinci Mühür: Haçlı Şövalyesi'nin, Tanrı'nın sessizliği karşısında Ölüm ile satranç oynaması. Veba gölgesinde yaşamın, inancın sorgulanışı
Bir kumsal… Sonsuz dalgalar, gökyüzünde ağır ağır ilerleyen bulutlar. Ve orada bir şövalye, diz çökmüş, gözleri ufka dikilmiş. Yorgun, toz içinde, savaşın kanını ve boşluğunu sırtında taşıyor. O, Antonius Block. Haçlı seferlerinden dönmüş ama savaştan daha kanlı bir gerçekle yüzleşmiş: Tanrı’nın sessizliği. Bunca yıkım, bunca acı, bunca kaybolmuş ruhun ardından bir işaret beklemiş, bir söz, bir ışık… Ama gelmemiş. Ve tam o anda, karanlık bir siluet çıkar karşısına: Ölüm. Ölüm, ne çığlık atar ne bağırır; yalnızca oradadır. Sanki hep oradaymış gibi. Şövalye ona bakar, Ölüm ona bakar. Ve o tarihi söz çıkar dudaklardan başka bir deyişle bildiğimiz "Henüz hazır değilim.” Böylece satranç tahtası kurulur. Siyah beyaz kareler, insanın varoluş mücadelesini temsil eden en yalın sahnedir. Taşları her sürüşünde aslında sorularını sürer şövalye: “Tanrı var mı? Sessizlik neden? İnsan ne için yaşar? Ölüm, bana cevabı sen mi getireceksin?”
Ama Ölüm sabırlıdır, cevapsızdır. Öylece dümdüzdür...
Köylerde veba kol gezmektedir. Çanlar çalar, cesetler taşınır, insanlar Tanrı’nın gazabından korkar, çırpınır. Kimileri dua eder, kimileri işkence eder, kimileri kendini kurtuluş sanrısına bırakır. Bir sokakta kırbaçlanan tarikat üyeleri görürüz, kan içindeki bedenler Tanrı’ya seslenir, ama gök yine sessizdir. Bu sessizlik insanın en derin korkusu; yalnızlığıdır. Çünkü acıyı taşırken, aslında hepimiz bir cevap ararız. Ve Bergman o cevabı hep yarım bırakır.
Şövalye, yolculuğunda küçük bir oyuncu ailesiyle karşılaşır: Jof, Mia ve çocukları. Onlar hayatın kırılganlığını ve güzelliğini simgeler. Bir yudum süt, bir avuç dağ çileği… Şövalyenin bütün sorularını unutturan, kalbinin derinliklerinde saklı kalmış özlemleri ortaya çıkaran bir sahnedir bu. Bergman, bize şunu gösterir: Ölümün gölgesinde bile hayat, en basit anlarda parıldar. Asıl mucize, ekmeğin kokusunda, bir çocuğun gülüşünde gizlidir.
Ama Ölüm hiçbir şeyi unutmaz. Satranç oyunu devam eder. Ve her taş, hayatın biraz daha kısaldığının işaretidir. Bir kilisede, şövalye günah çıkarır. Fısıltıyla, içindeki karanlığı anlatır: “Tanrı’ya inanmak istiyorum ama göremiyorum, hissedemiyorum. Ölmekten değil, boşuna yaşamış olmaktan korkuyorum.” Bu sözler yalnızca bir film repliği değil, insanlığın özüdür. Çünkü aslında hepimiz, ardımızda bir iz bırakıp bırakmadığımızı sorarız kendimize. Yaşadık mı gerçekten, yoksa yalnızca öldük mü?
Bu itiraf sahnesinde, karşısında oturan rahibin aslında Ölüm olduğunu anladığımızda, kalbimiz burkulur. Çünkü insanın en büyük sırlarını dinleyen, en karanlık korkularına tanıklık eden tek varlık Ölüm’dür. Ve o, sabırla bekler.
Sahneler ağır ağır akar; bir köyde kadın yakılır, cadı olduğu iddiasıyla. Şövalye gözlerinin içine bakar, korkuyu görmeyi umar, bir işaret görmeyi ister… Ama kadının gözlerinde boş bir karanlık vardır. O da cevap bulamaz. İnsanların işkencesi, Tanrı’nın sessizliğiyle birleşir. Bergman burada, acının kökenine dokunur: Belki de bizi hasta eden şey Tanrı’nın sessizliği değil, insanların zulmüdür.
Ve final… Ölüm gelir. Şövalye, karısı ve yanındaki diğerleriyle birlikte bir odada bekler. Rüzgar, yağmur, gök gürültüsü… Kaçınılmaz sona yürürler. Ölüm kapıdan girer, kollarını açar. Ve o ünlü sahne: Ölüm, herkesi el ele tutuşturur, dağın tepesinde dansa kaldırır. Karanlık gökyüzü, fırtınalı rüzgar ve onların siluetleri. Ölüm dansı. İnsanlığın kaçınılmaz sonu.
Ama Bergman bize orada umudu işaret eder. Küçük oyuncu ailesi — Jof, Mia ve çocuk — ölümden kurtulur. Sabah güneşi doğar, çimenler üzerinde çiy taneleri parlar, bir çocuk gülümser. İşte bütün cevap, bütün mucize oradadır. Ölüm herkes içindir, ama yaşamın en basit anlarında yakalanan umut, insanın bütün kaderini aşar.
Yedinci Mühür yalnızca bir film değildir. O, ruhun aynasıdır. Bize şunu söyler: Ölüm kaçınılmazdır. Tanrı çoğu zaman sessizdir. İnsan acı çeker, yanılır, korkar. Ama yine de, bir lokma ekmek, bir yudum süt, bir çocuğun gülüşü… Hayatın asıl gerçeği oradadır. Ve belki de bütün anlam, bütün varoluş, yalnızca bu küçücük ışıklarda saklıdır.
Film bittiğinde içimizde bir sessizlik kalır. Rahatsız edici, ağır, ama aynı zamanda aydınlatıcı bir sessizlik. Çünkü Yedinci Mühür bize gözlerimizi kaçırmamamız gerektiğini öğretir: Ölümden, acıdan, sessizlikten korkabiliriz ama yine de bakmalıyız. Bakarken bulduğumuz şey, aslında yaşamın kendisidir.
Ve biz, satranç taşlarını sürerken, belki de kendimizi biraz daha yaşatırız.

YORUMLAR